Aykut Demir
Fıkıh: Akıl ve Dogmanın mücadelesi
Bir önceki yazımda; Halifelik üzerinden Hz. Muhammed’in dini ve siyasi erklerinin kapsamını anlatarak İslam’ın temel kaynaklarından olan Hadis’in güvenilirliğini sorgulamış, İcma’nın ne derece mühim bir yenilik olduğunu anlatmaya çalışmış ve Kufe Ekolü mensubu fakihlerin dünya hukukuna kazandırdıkları akıl/kıyas ve içtihat usulüne giriş yaparak yazımı sonlandırmıştım.
Bu yazımda ise kaldığımız yerden, yani bir dinin bir hukuku yaratmasına önayak olan akıl/kıyas uygulamasından yazıma devam ediyorum.
Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin Rey usulünü destekleyen çabalarıyla beraber, Irak dolaylarında yer alan Kufe şehri İslam Devletinin Medine ile birlikte eğitim merkezi olacaktır. Rey usulüne yatkın sahabeler ve onların talebelerinin yetiştirdiği yeni alimler; Kufe’de ruhban hayatı yaşamak yerine toplumun içine karışarak ortaya çıkan yeni ticaret tarzlarına, kölelik ilişkilerine ve hatta ceza türlerine ilişkin yorum yapmayı yeğleyecek ve bu konularda hukuki danışmanlık yaparak fakih sıfatını kazanacaklardır.
Kufe’de yetişen talebeler içerisinde en meşhuru bugün Ebu Hanife diye bildiğimiz, Numan bin Sabit’tir. Kendisi; din temelli bir yaşantıyı öğütleyen Hadisçilerin aksine, Kuran ve güvenilirliğinden emin olunan Hadislerin akıl ışığında yorumlanması suretiyle bir hukuk sistemi yaratmayı amaç edinecektir. Ebu Hanife’nin bu çabası sayesinde; Kuran, kazuistik yani yoruma hiç gerek duymadan her cevabın bulunabileceği bir kaynak algısından sıyrılarak fıkhın genel esaslarını muhteva eden bir tarz kazanacaktır.
Böylesi bir tarz değişikliği günümüzden bakıldığında her ne kadar basit ve kolay olarak algılanabilir olsa da bu algı hatadan ibarettir. Çünkü; Müslüman toplumunun hem Emevi-Abbasi sorunlarıyla boğuştuğu hem de yeni ve sapkın görüşlerin ortaya çıktığı bir dönemde, Kuran’ı hayatın her alanına yönelik mutlak hükümleri olan bir kitap yerine daha esnek ve yorumlanabilir genel esaslarıyla ele almak büyük bir cesaret istemektedir. Öyle ki; Ebu Hanife, Hadisçilerin baskısı sebebiyle toplumdan dışlanabilme ve canından olma tehditlerine rağmen ilkelerinden sapmayacaktır.
Binaenaleyh, Ebu Hanife, toplumdan ve yöneticilerden tepki görmek şöyle dursun destek bulmaya başlayacaktır. Öyle ya İslam’ın yönetici kesimi; her geçen sene daha da artan ve çözüm bulunamayan gayrimüslim sorunu, yabancı devletlerle diplomasi, tebaa arasındaki ticaret, ceza ve ibadet hukukunun çözümlenmesine ihtiyaç duymaktadır. Hatta genel anlamda bugün bize hukuk diye öğretilen toplumsal ilişkilere yönelik çözüm yeteneğinin aynısı, o dönem içerisinde de zaruri bir ihtiyaçtır çünkü hukukun tıpkı kendiliğinden ilerleyen bir yapıya asla sahip olmaması gibi sabit kalması da beklenemez.
Hukuk; pozitivisttir, gerçekçidir, toplumsal ilişkilerin gelişmesine paralel olarak ihtiyaç duyulması haline gelişen bir yapıya sabittir. Gerek Roma’da gerek İslam’da olsun hukukun inanılmaz atılımlar yapması; bu iki devletin Akdeniz üzerinde baskın bir hakimiyet kurarak Avrupa’dan Hindistan’a ulaşan toplumsal yaşantının karşılaştığı sorunlara çözüm bulma gayesindendir.
Bu sebeple Medine’deki Hadis alimleri durağan ve basit dünyalarından fıkha ilişkin ahkam keserken Ebu Hanife, öğrencileriyle beraber içtimai sorunlara cevap bulmak üzere çalışacaktır. İmam-ı Azam yani büyük imam sıfatını taşıyan Ebu Hanife, bu sıfatın hakkını verircesine hukuk literatürü için muazzam bir yeniliğin doğmasına neden olacaktır.
Kendisi de kumaş tüccarı olan ve gayet varlıklı bir ailenin soyundan gelen İmam Hanife; gündelik hayatta karşılaştığı yahut işittiği olaylar üzerine rastgele kurduğu varsayımsal hukuki sorunlar hakkında öğrencileriyle çalışmalar yapacak ve bugün pek çok hukukçunun üniversite zamanından hatırlayacağı pratik çözümlemesi olarak anılacak metodu hukuk eğitimine kazandıracaktır.
Medine’nin yanında Kahire’de de gittikçe güçlenmeye başlayan Hadis fanatiği bazı kesimler; Allah kaynaklı Kuran ve Hadis’e karşı gelerek aklı önceledikleri sebebiyle Kufe Ekolünün alimlerini kafir ilan ederken Kufe Ekolü çalışmalarına devam edecektir.
Bu noktada bahsedilmesi gereken bir başka husus daha mevcuttur. Kufe Ekolünün Bağdat’taki yöneticiler nezdinde tesis ettiği etkisi sebebiyle, İslam’ın dini esaslarıyla ilgilenen kelam alimleri arasında da iman ve akıl hakkında bir tartışma alevlenecektir. Tıpkı fıkıh alanında olduğu gibi kelamda da Kufe Ekolü destekçileri aklı imanın ayrılmaz parçası kabul ederken bazı dinci kesimler, aklın şüphe doğurduğu ve şüphenin de imanda yeri olamayacağı gerekçesiyle aklın iman ve İslam için sakıncalı olduğu görüşünü ortaya atar ki bu tartışmanın akıbeti bir başka yazının konusudur.
Diğer mezhep imamları fıkıh alanında akıl/kıyasın, Kuran ve Hadis’e uygun düştüğü müddetçe kullanılması gerektiğini savunacaktır. Hatta aslen bir Hadis alimi olan İmam Maliki, Medinelerin adetlerinin ve yaşantıların Hz. Muhammed döneminden kalması hasebiyle, Medine Adetlerini de aklın öncesine koyacak ve Medine Adetlerine göre koca İslam coğrafyası için fıkıh yaratma çabasına girişecektir.
Her halükarda üç mezhep imamının da İmam Hanife’ye yönelttiği müşterek eleştiri, akıl/kıyasın kullanılmasına ilişkin değil bilakis Kuran ve Hadis’teki açık hükümlerin olduğu halde dahi akıl/kıyas kullanılması sebebiyle Kuran ve Hadis’in geri plana itilmesidir.
Akıl/kıyasın ise Kuran ve Hadis’teki herhangi açık bir hükme aykırı olmadığı sürece kullanılmasını savunan İmam Hanife ve öğrencileri ise; bir yandan fıkhı toplumun ihtiyaçlarına cevap veren dinamizme kavuşturmayı, Kuran’ı fanatiklerin yorumlarından esirgemeyi ve varsayımsal hukuki sorunlara cevap veren fıkıh ders kitapları hazırlamayı amaç edinmiş olup bir yandan da kendilerine yöneltilen eleştirilere karşı; Hz. Muhammed’in Yemen’e vali olarak görevlendirdiği Muaz bin Cebel’e Kuran ve Sünnet’te hüküm bulamazsa neye göre karar vereceğini sormasına binaen “Reyimle içtihat ederim, bundan geri durmam.” şeklinde aldığı cevabı tasdiklemesini kendilerine siper edeceklerdir.
Pekala, akıl/kıyas ve içtihat arasındaki ilişki nedir? Akıl/kıyas, bahsettiğim üzere hakkında hüküm olmayan yahut hükmün uygulanamaz olduğu hallerde fakihlerin; rasyonel ve objektif davranarak karar verme çabasından ibarettir. İçtihat ise; rasyonel ve objektif karar verme çabası sonucunda ortaya çıkan kararlardan müteşekkil olup akıl/kıyas uygulamasında dikkate alınacak rasyonel olgular tesadüfen belirlenemez.
Evvela, olaya kıyas usulüyle uygulanacak Kuran yahut Hadis hükmü seçilir. Seçilen hükmün lafzi (şekli) anlamından ziyade maksadı ve ilahi manası dikkate alınır. Allah’ın, o hükmü koyarken koruduğu bireysel haklar ve gayesi tespit edilir. Daha sonrasındaysa hüküm uygun düştüğü müddetçe yeni olaya değiştirilerek uygulanır. Şayet elde mevcut bulunan hüküm olaya uygulanamıyorsa o zaman fakih, diğer bazı akıl yürütme metotlarını olaya tatbik eder.
Bu metotlardan birisi maslahat olarak adlandırılan usuldür. Maslahat, elde ilahi hüküm bulunmayan yahut hükmün uygulanamaz olduğu hallerde toplumun yüksek menfaati için uygulanırken istihsan ise kıyas sonucu elde edilen kararın olaya hakkaniyet derecesinde uygun düşmediği hallerde yapılan ve daha özel kapsamlı Kuran hükümleri üzerine yoğunlaşmış kıyas türüdür.
Hukuk alanında saymakla tükenmez başarı göstermiş, kendisine daha iyi fıkıhçı öğrenciler yetiştirmeyi esas bellemiş, fıkhı fanatiklerin ve dincilerin elinden kurtarmış, kendisi de renkli ve hareketli bir yaşam gösteren ve belki de toplumsal yaşantının bu kadar içinde olduğundan İslam hukukunun o dönemki güncel sorunlarına tamamen hâkim olan İmam Hanefi’nin aklı esas alan mirası ise; bir sonraki yazımda bahsedeceğim üzere dogmatikleştirilecek ve kendisinin asıl mücadele sebebi unutulacaktır.
Bu yazımı da devam ettirmek üzere bitirmeden evvel, siyasi görüşleri pek çok kez dönüşüme uğrayan ama şairliği insanı kendisine hayran Mehmet Akif Ersoy’un şu dizelerini paylaşmak isterim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.