Aykut PAYAM Kimdir?

Aykut PAYAM Kimdir?

Aykut Payam 1986’da Adıyaman‘da doğdu tahsilini Gaziantep’te tamamlayıp Sağlık Kurumları İşletmeciliği 'ni bitirdi. 17 yıl kadar Sağlık alanında çalışmıştır ve halen devam etmektedir. 2002 yılında Gaziantep üniversitesi Konservatuvarında ses ve şan eğitimini tamamlamış. Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu'nda Sanatçı olarak çalışmaya başladı.
özel olarak müzik dersleri aldı. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misafir sanatçı ve konuşmacı olarak yer almış olup, birçok yurt içi ve yurt dışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulundu.

Tasavvuf ve Müzik Üzerine
İsterseniz tasavvuf müziği kavramından başlayalım. Günümüzde dini içerikli sözü olan her melodi tasavvuf müziği olarak algılanıyor. Gerçekte nedir tasavvuf müziği?
Bir kere tasavvuf müziği tabiri mecburen ortaya konmuş, çok da doğru olmayan bir tabirdir. Doğrusu tekke müziğidir. Ayrıca tekke müziği bir tür değildir. Türk müziği içinde bir tarzdır. Bugünkü nota sisteminin yeterliliği ayrı münakaşa konusu olmakla birlikte aynı nota ile yazılır. Ama o tarza sahip olmayan biri o notalardan onu öğrenirse usta olmadan(Çünkü kâğıtta yazılmaz mûsıkî) şarkı gibi olur ama o tarzı bilen onu ilahi gibi okur. Tabii burada İlahi ve şarkı aslında çok genelleme. Çünkü şarkı da ilahi de bir form ismidir. Ama biz şarkı deyince Türk müziğinin bütün sözlü eserlerini, ilahi deyince de tekke müziğinin bütün sözlü eserlerini algılarız. Özelliğinin haricinde çok da yanlış bir algılama değil. Ama bizim ki kârlar, kârçeler, besteler, nâkışlar, yürük semâiler hepsi şarkı olarak isimlendirilir. Mesela bir fasıl tarzı vardır. Rahmetli Münir(Nurettin Selçuk) Hoca'nın ortaya koyduğu ve geliştirdiği, örnek alınan bir solo tarzı vardır. Tekke müziği de böyle bir tarz. Yalnız bazı yerel güftelerin besteye giydirilerek okunması da tekke müziği değildir.

Aslında bu tanımı yaparken tekke müziğini icra maksadından ayrı düşünemeyiz değil mi?
Elbette. Bir kere şunun bilinmesi lazım ki tekkede icra edilen müzik bir gaye değil bir vasıtadır. Dergâhta, normalde, Zikrullah ayini yapılır. Bütün dergâhlarda Mevlevi’si, Bektaşi’si, Halveti’si, Kadiri’si vs. ayine halâvet kazandırmak, ahenk katmak ve mûsıkînin ahenginden istifade ile insanlara büyüklerin sözlerini, yani nutku şerifleri dinletmek için, vasıta olarak kullanmışlardır. Çünkü dikkat buyurulursa büyüklerimiz sadece nesir yazmamışlardır. Şiir tarzında da yazmışlardır.
Hacı Bayram-ı Veli gibi, Eşrefzâde Rumî gibi, Abdürrahîm Tırsî gibi, Azîz  Mahmûd  Hüdâyî Hazretleri  gibi, hatta Dede Ömer Ruşeni gibi büyüklerimiz aynı zamanda beste yapmışlardır.
Öyle ise tasavvuf mûsıkîsi diye isimlendirilen mûsıkî yalnız ve yalnız dergâhta tarz olarak kullanılan mûsıkîdir. Bu tarz o kadar önemlidir ki, bir fiili durumdan bahsedeyim: Alâeddin(Yavaşça) Ağabey’in hocası olan Zeki Arif Bey’in şeyhi (Zeki Arif Ataergin bir Şabâni-Nasuhi halifesidir) Kerimeddin Efendi Hazretleri’nin halifesidir.  Bunu pek kimse bilmez.
Aynı zamanda çok da iyi bir bestekâr.
Bana sorarsanız son dönemin en yüksek bestekârıdır.

Tasavvufa ayrı bir müzik yoktur. Tür olaraki tarz olarak vardır. Aynı eser camide okunan mevlit de tevşih olarak okunduğunda başka bir tarzda okunur. Zikrullah meydanında başka bir tarzda okunur. Aynı eser mesela Hz. Hüdai’nin, “Kudümün rahmeti zevkî safadır.” camide veladet bahrinde okunduğundan başka bir tarzda okunur. Cumhur İlahi denen bir tarzda dergâhta okunduğu zaman başka tarzda okunur. Ama bu tarzı ancak ehli kulaklar anlar.

Müzik, arş-ı alâ ile arz-ı alâ arasındaki sessizliktir diyor ya bazı sûfiler. Sizce böyle bir tanım neye tekabül ediyor?
Elbette en büyük müzik sükûnettir. Ama mutlak sessizlik diye bir şey yoktur. Kulağımızın duymasından ibaret değildir sesler. Biz bazı frekanslar arasını duymayız. Bizden daha iyi duyan mahlûklar var. Burada maksat kendi iç sesimizi dinlemektir. Çünkü bir arş da senin gönlündür. Kâinatta ne varsa sende de var. Arz da bedendir. Bunlar tabi sembolik manalar. İnsanı bedenden ibaret gören bu dönem zihniyeti bu işleri kolay kolay kavrayamaz. Evvela bedenden ibaret olmadığımızı algılayacağız ki ondan sonra biraz daha düşüncemiz açılır, yükselir, derinleşir.

Aklımıza şöyle bir soru geliyor Kul neler yapmalıdır ki yaratana yakın olsun?
Bunu sistematize bir şekilde izah etmiş büyüklerimiz. Biri kurb-u ferâiz diğeri kurb-u nevâfil. Kurb yakınlık demektir. Farzlarla Allah’a yaklaşmak. Nafilelerle Allah’a yaklaşmak, farzlar ile Allah’a yaklaşmak, herkesin sıradan bir bilgi ile elde edebileceği bir şeydir. Bu insanı belli bir yere kadar yükseltir. Ondan sonrası yalnız başına olmaz. Ondan sonra rüşt kazanmak gerekir. Rüşt kazanmak mürşit eliyle olur. Mürşid-i Âlem Rasulullah (S.A.V)dır. Ama Kur’an’ı Kerim'de Allah, “Ben sizi, cins cins, kabile kabile yarattım.” diyor. Hepimizin ayrı ayrı meşrebimiz var. Beden yapımız gibi gönül yapımız da farklı. Her meşrebe, her karaktere göre aşkın davranış biçimi olarak ayrı ayrı kanalize edilmesi için ayrı ayrı tasavvuf ekolleri kurulmuştur.

Etiketler :
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.