Uzun zamandır aklımda olan bir fikri, bu saatten sonra düzenli olarak uygulamaya karar verdim. Bu yazımla beraber, yazdığım köşelerin başında haftada en az bir kez olmak üzere gittiğim restoran/cafe/kebapçı konseptindeki mekanlara ilişkin değerlendirmelerde bulunacağım. Bu yüzden ilk değerlendirmemi yıllardan beri severek gittiğim Löküs Ciğer üzerine yazıyorum.
Löküs Ciğer, 25 Aralık Panaroma Müzesine yapılan bir ziyaret veya Kalealtında biraz hava değişikliği yapmak isteyenlerin mutlaka güzergahına eklemesi gereken bir mekan. Zaman zaman açılış kapanış saatleri değişiklik gösterse ve yakın çevremden "Löküs kapandı diyorlar." nidaları duysam da her gittiğimde oturacak yer bulduğum, ne çok sakin ne çok kalabalık bir kebapçıdır Löküs. Menüsünü yıllardan beri sabit tutup herhangi bir ürün eklemesi yapmayan Löküs'ün en iddialı olduğu alan, tabii ki ciğer kebabı.
Küçük tikeler halinde sunulan ciğer kebapları, ne kuruyor ne de ciğerin kendine has aromasını kaybediyor ki bu da kendilerini nazarımda şehrin en iyi ciğercilerinden yapıyor. Size tavsiyem, ciğer porsiyonunuz veya dürümünüzün yanına biraz da yürek çektirin ki kaliteli ve taze sakatat ağzınızda lezzet patlaması yaşatsın. Fazla baharata veyahut acıya lezzetin yem edilmediği bu güzel ciğercide de elbette eksiklikler olup bu eksikliklere de değinmek gerekir.
Ben dışarda kuşbaşı yemeyi pek tasvip etmediğinden ,çünkü kuşbaşı hayli kuru kalabildiği gibi etin lezzetsiz kısımları da kuşbaşı eti olarak kullanılabiliyor ki bu da yemeğin keyfini katleden bir durum olarak ortaya çıkıyor, kuşbaşı kebapları hakkında herhangi bir yorum yapmaktan imtina edeceğim. Ama zaman zaman denediğim kıymaları için söyleyeceğim şey, ciğer performanslarının haylice altında kalan kıyma kebaplarının kuru kaldığı ve tavsiye ettiğim ürünler arasında asla yer alamayacağıdır.
Ayrıca, meze bahsinde de insanın gözü daha fazla çeşit veyahut daha özenilmiş bir salata bekliyor ama umduğunuzu bulamıyorsunuz. Yine de ciğerlerinin lezzeti, mekanın tatlılığı ve fiyat konusunda cep yakmayan tutumları ile gidilesi bir mekan olmaya devam ediyor Löküs.
Haftalık mekan kaşifimizin ilk yazısını yazdığımıza göre şimdi esası teşkil eden konumuza geçebiliriz. Katolik Kilisesine karşı kendi din adamlarından birinin başlattığı ve dünya tarihini hayli değiştiren bir olaydan bahsetmek gerekmektedir.
31 Mart 1517’de Martin Luther, Kilise’nin umum ve sapkın olarak gördüğü uygulamalarına karşın Papa’nın doğal düşmanı ve Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğunun elektörlerinden olan Mainz Başpiskoposuna, Kilise’ye karşı çok ciddi eleştiriler muhteva eden Doksan Beş Tez’i yayımlatması için gönderdi.
Tezin yazım tarihi olarak kabul edilen 31 Mart tüm dünyada halen Uluslararası Reform Günü olarak kutlanmakta ve Protestan ülkelerde ayinler tertip edilmektedir. Öyle ama bu tezi ve bu tezin yazarını, Kilise’ye karşı daha önceden isyan etmiş diğer din adamlarından ayıran fark nedir dersek, bu sorunun cevabı için biraz geriye gitmemiz gerekmektedir.
Katolik Kilisesi, evvela Doğu Roma sonra da Kutsal Roma-Cermen İmparatorları ile tarih boyunca pek çok sefer iktidar mücadelesine girmiş ve imparatorların iktidarlarını daima sınırlamıştır.
Hristiyanların zenginliklerini de sömüren Katolik Kilisesi, kendisini Tanrı’nın, Hz. İsa’nın ve İmparator Konstantin’in meşru temsilcisi olarak görmüş ve hem uhrevi boyutta hem maddi boyutta kendisinin hâkim olması gerektiğini iddia etmiştir.
Hatta Katolik Kilisesinin başlıca tutumu sabittir, herhangi bir merkezi iktidarın aşırı güçlenmesine müsaade etmemek. Bu yüzden İtalya’nın tek bayrak altında birleşmesine asla izin vermeyen ve İtalya’nın tarih sahnesine topyekun çıkmasına engel olan Kilise, Kutsal Roma-Cermen İmparatoruna karşı da çoğu zaman feodal bey ve prensleri destekleyecektir.
İmparatorluksa, Kilise’nin bu tutumuna karşı Kilise’nin fakirleşmesi ve dünyevi işlerden el çekmesini savunan bazı manastır/keşiş tarikatlarını destekleyecektir ki Umberto Eco’nun Gülün Adı isimli enfes romanında bu mücadele ana temaya ziyadesiyle güzel şekilde yerleştirilmiştir.
Binaenaleyh manastır/keşiş tarikatlarının muhalif sesi, ayrı bir kaynak olarak görülmemiş ve hatta Kilise’nin temel öğretilerine de fazlaca bir eleştiri yöneltilmemiştir. Mamafih bu manastır/keşiş tarikatları da kendilerine hamilik yapacak herhangi güçlü bir destek de bulamamışlardır. Denilebilir ki, ilgili tarikatlar için Kutsal-Roma Cermen İmparatorundan daha büyük hami bulunabilir mi? Bu soruya verilmesi gereken cevapsa, daha önceki bazı yazılarımda izah ettiğim üzere; imparatorların istisnalar hariç olmak üzere 15. yüzyıla kadar temsili ve zayıf bir güç kaynağı olarak iktidar sürmeleri olup Avrupa’nın asıl kudret sahibi efendisi, Doğu Fransa ve Kuzey Almanya hattında toplanmış feodal prenslerdir.
Martin Luther’in şansı feodal prenslerin en güçlü olduğu mevzubahis bölgede ikamet etmesi hem de Kilise’nin endüljans olarak adlandırdığı uygulamanın Kuzey Almanya’da yaygınlık kazanmaya başlamasıdır. Endüljans işin özünde, Kilise’ye para bağışı yapılarak günahların kefaretinin ödeneceğini savunmakta ve teologlar tarafından halihazırda topa tutulmakta olup feodal prensler de Kuzey Almanya’da birikmeye başlayan sermayenin Kilise’ye, endüljans kisvesi altında aktarılmasından endişe duymaktadır.
Tabii Martin Luther’in endüljans ve benzeri uygulamalara karşı öne sürdüğü itirazlara karşı Kilise ateş püskürürcesine tepki gösterince, Luther çareyi diğer reformcular gibi köylülere sığınmak yerine feodal beylerin himayesi altına girmekte görecektir. İsviçreli reformcu Zwingli veya Fransız reformcu Calvin’in aksine feodal beylerle iyi anlaşan, feodal prenslerin hakimiyet iddiasını güçlendiren ve köylü sınıfının prenslere koşulsuz itaat etmesini talep eden Martin Luther, kendisine pek çok Kuzey Avrupa ülkesinden destekçi bulacaktır.
Feodal prenslerin ortak bir gaye etrafında örgütlenmesinin ,kendi otoritesi için tehlikeli olacağını sezen Habsburg Hanedanı ise hem Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğunun hem de İspanya Krallığının ve Sömürgeler İmparatorluğunun tüm kaynaklarını Kilise uğruna seferber edecek ve tüm Avrupa’da mezhep savaşları zelzelesi başlayacaktır ki; bu zelzeleden doğan güç de tarihe adını Prusya Krallığı olarak yazdıracaktır.