Roma-İstanbul-İslam


  Öncelikle belirtmek gerekir ki, daha önceden yazdığım Fıkıh başlıklı köşelerimde din-şeriat-fıkıh ayrımını incelemek üzere çıktığımız uzun bir maratonu yakın tarihte beraber nihayete erdirmiş ve bitirmezden evvel de hem İslam hukuku hem de dünya için büyük anlamlar ihtiva eden Mecelle-i Ahkam-ı Adliye ve Roma hukukun temel kaynaklarından olan Corpus İuris Civilis’in mukayesesinin aslında ne denli mühim olduğundan ve üzerinde durulması gerektiğinden bahsetmiştim. 

Zor bir çaba olsa da Mecelle ve Corpus İuris Civilis’in kıyasına, esastan girmeden önce ilk olarak her ikisinin de usul başarısını ve onları doğuran şartları göz önünde bulundurmak gerekir.

Ülkeler ve toplumlar kendilerini var eden sistem içerisinde yaşarlar ki tüm bu sistemlerin işlerliğini ve kapsayıcılığı hukuk dediğimiz ilerlemeci ve pozitivist bilim belirler. Bu açıdan hem İslam hem Avrupa ve dolayısıyla tüm kıtaların hukuk kaderini belirleyen bu iki metin aslında haylice benzerlerdir.

Ram olduğumuz tüm normlar ve kanunların özellikle de özel hukuk alanındaki pek çok ilkenin temeli bahsettiğim iki metinde yatar. Hem Corpus İuris Civilis hem de Mecelle aslında özel hukuk alanına yönelik düzenlemeler ve kanunlaştırmalar getiren metinlerdir.

 Durmadan dillendirdiğimiz özel hukukun anlamı ise; bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen, onların evlilikleri, ticaretleri, çalışma şartlarını yahut hak arama kabiliyetlerini kapsayan ve bunları şekillendiren mevzuatlardan oluşan hukuk dalıdır.

İlliyet olarak her ne kadar devlet tarafından tanzim edilse de özel hukuk alanında devletin sorumluluğu pek azdır. Devlet sadece düzenlemeleri tesis etmekle ve bunların devamlılığını sağlamakla mükelleftir. Hülasa, özel hukuk devlete değil bireylere borç ve sorumluluk doğuran bir alan olup ilgili alanın hem İslam hem Roma medeniyetinde etraflıca kanunlaştırılması da hayli önem arz etmektedir.

Lakin unutmamak gerekir ki İslam ve Roma medeniyetleri birbirinden bağımsız ve farklılaşmış bir yapıda da değildir. Bir başka yazımda etraflıca ele alınacağı gibi İslam ve Roma medeniyetleri dünya görüşü ve cihanşümulluk iddiaları açısından hayli benzer olup bu benzerlik dünya medeniyet ayrımının aslında Doğu-Batı olarak ayrımının bizim sandığımız gibi olmadığını, İslam medeniyetinin de Batı medeniyetinin bir ayağı sayılabileceğini ispatlayan ayrı bir vakıadır.

Evvelden beri her iki medeniyetin hukuk sisteminin ezeli bir sorunu vardır. Her iki medeniyetin hukuk sistemi de içtihat içtihat büyüyen bir yapıya yani her hukuki sorunla daha da başkalaşan ve gelişen bir yapıyı haiz olup yüzlerce yıldır büyüyen tüm bu içtihat birikimi bir süre sonra içinden çıkılamaz kadar karışacak ve işlevselliğini yitirecektir. Objektif ve hakkaniyete göre karar vermek isteyen hakimler, önlerinde 500 yıllık bir karar geleneği ve birikimi bulacaktır. Dahası bu birikime gerektiği zaman yeni bir şey eklenmesini savunanlar da bazı hukuk çevrelerinden bağnazca tepkilere maruz kalacaktır.

Radikal bir şekilde karar alan hem Osmanlı hem Romalı yöneticiler özel hukuk alanında içtihat içtihat genişleyen bu yapının stabil ve tutarlı bir hale sokulması için rasyonel ve işlevsel bir kanunlaştırma yani bazı hukuki görüşleri derleyip toplayarak mecburi kılma çabasına girişecektir.

İmkansız gibi görünen belirli görüşleri seçerek bunları mahkemeler nezdinde mecburi kılma çabası çok ilginç bir şekilde her iki medeniyet için de İstanbul’da başlayacaktır. Öyle ya, her iki metin arasında 1500 sene olsa da İstanbul öneminden bir şey kaybetmemiştir. Değişen tek şey cihanşümulluk iddialarının temeli olan bu iki medeniyet de dünya hukuk tarihi için eşsiz iki başarı örneği olan bu iki kanunu da İstanbul’da hazırlamış ve dünyaya kazandırmıştır.

Mecelle’nin arkasındaki beyin Ahmet Cevdet Paşa’nın da belirttiği üzere; her iki metin de İstanbul’da ortaya çıkmış, toplumun ihtiyaçlarına göre tanzim edilmiş ve alanında uzman hukukçuların yardımıyla düzenlenmiştir. Başka bir deyişle; hem antik gelenekten beslenen hem yeni ve devrimsel metotların uygulandığı ilk ve belki de en mühim kanunnameler olan Corpus İurus Civilisve Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’nin İstanbul’da tanzimi bu şehrin Eski Dünya için ne derece hayati bir rol oynadığını ispatlamaktadır.

Artık her iki hukuk metninin düzenlenmesine neden ihtiyaç duyulduğunu ve nasıl bir tarzda düzenlendiğini anladığımıza göre hem her iki metnin esasına hem de etkilerine değinmek gerekmektedir. 

İleride doğuracağı ve bizi etkileyen etkileri bir yana Corpus İurus Civilis, Romalı hukukçuların 500 yıldır üzerinde tartıştığı konulara cevap verecek, maddelerini zorunlu kılacak ve hatta bunlara karşı fikir beyan etmek de yasaklanacaktır. Bu kadar şedit bir politika izlenmesinin sebebi ise Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus’un Batı ve Doğu Roma’yı birleştirerek Roma İmparatorluğunu yeniden inşa etme gayesinden kaynaklanmakta olup I. Justinianus, hem hukuk alanında hem askeri alanda hem de idari anlamda Doğu Roma İmparatorluğuna yüzlerce sene sürecek şeklini veren liderdir. Ona göre; imparatorluk her açından birliğini sağlamalı, karışıklıklara son verilmeli ve merkeziyetçilik sağlanmalıydı. Hem Doğu hem Batı istikametinde seferler yaparak muzaffer olan I. Justinianus’un en büyük başarısı, bugün bizim dahil olduğumuz Roma hukuk sistemini kanunlaştırıp temizleyerek korumak olacaktır. Onun sayesinde Roma hukuku Orta Çağ’a kadar başarıyla ulaşacak ve tam da o noktada Roma hukuku üstüne çalışmalar tekrar başlayacaktır. 

Liyakate önem veren Tanzimat dönemi Osmanlı idaresi de devlet içerisinde her alanda birlik sağlanması gerektiğine inanarak bu yola çıkacaktır. Hakkında tartışma olan hukuki görüşlerin seçilmesinden gazetedeki köşelerimde bahsettiğim için bu bahis üzerinde tekrardan durmanın elzem olmadığı kanaatindeyim.

En nihayetinde, Corpus İuris Civilis de tıpkı Mecelle gibi hakkında tartışma olan konularda toplum ve devletin ihtiyaçlarına en etkili cevap veren görüşleri tercih edecek ve bu noktada Mecelle’yi yapan heyete kıyasen daha az tepkiyle karşılaşacaklardır. Zira arkalarında imparatorun koşulsuz desteğini gören Corpus İuris Civilis müellifleri, Ahmet Cevdet Paşa’nın karşılaştığı kadar sert ve güçlü bir muhalefetle karşılaşmayacaklardır.

Musibetlerle atlattığımız son 200 yılımızda Türkiye, çareyi hukuk ve toplum sistemini değiştirmekte bulacak ve bu duruma göre vaziyet alacaktır. Mecelle her ne kadar başarı örneği olsa da savaş yorgunu gencecik bir devlet tarafından etkin şekilde savunulacak ve geliştirilecek bir halde değildir. Çünkü cumhuriyetimizin sahip olduğu cılız imkanlar, sorunlarımızı en etkin ve kolay yoldan çözmeyi gerektirmektedir.

Seneler boyunca Avrupa’da yürütülen ve günümüz dünyasında sabit bir çağdaşlık noktası olarak kabul edilen Roma hukukunun ülkemiz tarafından ithali ülkemizde Roma’ya olan ilgiyi arttırmış ve bizden çok da farklı olmayan bir gerçekliği bizimle tanıştırmıştır. 

Ezcümle bir Roma hukuku çalışmasının eksikliği ülkemizde yoğun olarak hissedilse de bu noktada en büyük eksikliğimiz Coprus İuris Civilis etütlerinin olmayışı ve hatta Ahmet Cevdet Paşa’nın 150 sene önce anladığı Corpus İuris Civilis-Mecelle ilişkisini bizim henüz anlayamamışımızdır. 

Netice olarak; Roma hukuku ve İslam hukuku çok benzer geleneklerden beslenen, benzer sorunlara cevap veren, benzer zorluklarla karşılaşan ve benzer çareler bulan bir yapıda olup İslam hukukunu bedbahtlığı bulunan çarelerde dirayet gösterecek nesillerin olmayışı ve toplumunun haylice zayıflığıdır.

 Sindirilmiş tüm arzular hasebiyle bugün İslam hukuku her ne kadar İslam’ın kendisi olarak algılansa da din-şeriat-fıkıh ayrımını yaptığımız köşe yazısı maratonumuzun okunması halinde aslında İslam ve İslam hukukunun hayli farklı olduğunu anlayabiliriz.

İslam dini iman ve ahiret yaşamına yönelik düzenlemeler getirirken İslam hukuku bulunduğumuz toplum üzerinde kaliteli bir yaşam nasıl olur sorusuna cevap olarak teşekkül etmiştir. Tıpkı diğer tüm hukuk sistemleri gibi toplumu ve bireyi düzenleme ve geliştirme amacına yönelmiştir İslam hukuku.

Ne var ki, böylesi bir algılama kalıpların haylice yıkılmasına bağlı olup bu iş de kolay değildir. Zira toplumumuz bazı genel-geçer yanlış kabuller üzerinde düşünmekten imtina etmekte ve bizim de bu alanlardan uzak durmamızı istemekte olup bizim temel vazifemiz hakikat denilen ummanın peşinde koşmaktan başka bir şey değildir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazar Yazıları Haberleri