Gelin biraz günümüz sorunlarından bertaraf olup beşer tarihinin gördüğü en hoş gecelere ev sahipliği yapan 8. yüzyıl Bağdat’ına bir bakış atalım.
yüzyılın son halifesi, Çin’den Frenk ellerine kadar namı bilinen Halife Harun Reşit; dönemin parlak, zengin, dünyanın gözbebeği ve belki buluşma noktası olan Bağdat’ta, babasının halifeliğinden itibaren özel eğitimler almış, devlet yönetiminde tecrübe kazanmıştır.
Grekçe, İbranice ve Sanskritçeden en kıymetli eserler tercüme edilirken, İslam dünyasının bir daha göremeyeceği güzellikte altın ve değerli taş ustaları Bağdat’a doluşurken, şairler ve edebiyatçılar Saray tarafından gözetilirken, Abbasi Sarayları tüm dünyadan gelen elçilerin buluşma noktası olurken bu şehrin yetiştirdiği en parlak halifenin, dünya görüşü dar bir adam olması elbette beklenemezdi. O bilmediği şeylere ve hükmettiği ülkeye karşı bastırılamaz bir merak beslerdi.
Ticaret yollarını kontrol altına alan ve bu sayede hem zenginleşen hem büyüyen, pazarları çeşit çeşit ırktan tüccarla kaynayan Bağdat’ın, bugün hayal bile edemeyeceğimiz ve hatta görsek dahi inanmayacağımız mistik ve hayali bir yapısı vardı.
Ve bittabi çok doğal ki bu kadar renkli bir kavşak noktasının, kendisine yabancı olan her şeyi kucaklama ve onlarla hemhal olma isteği, sayısız farklı coğrafyadan sayısız farklı insanlar ve öykülerin Bağdat’ta karşılaşmasına ve birbirine karışmasına sebep olacaktır.
Eskinin Bağdat’ında, çarşılarda gezerken hanlara girerken sokaklarda yürürken karşınıza her an Deylem’den bir zehirci, Kaşgar’dan bir tüccar, Kahire’den bir öğrenci, Delhi’den bir matematikçi, Roma’dan bir rahip yahut Paris’ten bir elçi görebilir, bunların yanında getirdikleri size yabancı olan eşyaları inceleyebilir ve hatta bu insanların zihinlerinde Bağdat’a ulaşırken yoldaki öykülerle birleşerek daha da akışkan ve dinlenesi hale gelen hikayeleri dinleyebilirdiniz.
Bir Acem yahut Arap dilberine gönlünüzü kaptırabilir, Afrika’dan getirilen türlü taşlara ve hadım ağalarına fiyat biçebilir, ömrünüzde bir daha tadamayacağınız benzersizlikteki yemekleri, şerbetleri ve tatlıları deneyimleyebilir, Şark’ın ezgilerinden Garb’ın ilahilerine kadar pek çok şarkıya kulak kesilerek zevkten ve keyiften sarhoş olabilirdiniz.
Ki tüm bu güzellikler bir yana, halifelerin dünya iktidarları için başlattığı bir akım daha vardır ki zikredilmesi gerekir. Bir gece, yanında çok az insanla, tebdil-i kıyafet, saraydan uzak ve hatta daha önce gidilmemiş Bağdat sokaklarına halifelerin ansızın düzenledikleri geziler, halifelerin tüm debdebe ve ihtişam içindeki yaşantılarından, dünyanın eşiği olan divanlarından, kendi inşa ettikleri o büyüleyici şehri ve insanları tanımalarını sağlamakta, dünyayı anlamlandırmalarına sebep olmaktaydı.
Öyle ki tüm bu gezilerin içinde en meşhuru, kısaca yukarıda bahsettiğimiz Harun Reşit ve hem dostu hem veziri olan Cafer el-Bermekî’nin gezileridir.
Dicle’nin doğu kıyısındaki şatafatlı saraylarından ahalinin meskun bulunduğu Bağdat’ın karşısına bir sandal vasıtasıyla geçerken kürekçilerden dinledikleri dedikodular, bir şekercide duydukları ırak ülkelerin esrarları, pazar yerindeki kölelerin hayat hikayelerine ve kabiliyetlerine kulak kabartmaları hep bu geziler esnasında zuhur eden olaylardandır.
Her gece farklı çeşit çeşit insanlarla tanışan ve öykülerini dinleyen Harun ve Cafer, bazen bir tanrı misafiri gibi evlere çat kapı girer, garip diyarlardan gelen tüccarlar rolüne bürünerek ahalinin sorunlarını dinler, şikayetlerini toplar, insanlara yardım ederlerdi.
Ve işte böyledir dünyanın gördüğü en renkli şehirlerden birisini yöneten Harun ve Cafer’in hikayesi. Tüm bu renklere yaraşır şekilde renkli bir hayat yaşayacak ve gece Bağdat’ın mistik sokaklarında kaybolarak bugün hepimizin kulağına çalınan Binbir Gece Masallarının dünyanın bir potada eridiği Bağdat’ta son halini almalarını sağlayacaklardır. Zaten bir Bağdat, bir Harun ve bir Cafer’in bir araya gelmesinden de daha az renkli ve daha küçük bir başarının doğması da beklenemezdi
Son olarak söylenmelidir ki; bugün Bağdat, eskinin tüm hatıralarını düşen son füzelerle kaybederken bu acıyı, geçmişin en büyük abidelerinden birisini kaybetmemizi unutmamalı ve hatta bir küçük Bağdat olan, kendine özgü renkleri bünyesinde barındıran bu fevkalade şehir Antep’te de renkleri görmeli, sesleri duymalı, eskinin hatıralarını hissetmeliyiz.
Keza nice görmeyen göz vardır ki aralarında gezen Harun’u ve Cafer’in farkına varamazlar. Belki de Harun ve Cafer’in esrarı da burada gizlidir, onlar aramızda yaşarlar ve yürürler ama o arifler ki kendilerini asla ayan beyan belli etmezler.