Sahabelere Niçin Yetişilmez?

Sahabelere Niçin Yetişilmez?

Sahabe sahip çıkanlar, arkadaş olanlar anlamındadır. Peygamberimiz Hazreti Muhammed (A.S.M)’ı sağ iken mümin olarak görmüş, mümin olarak vefat etmiş Müslümanlardır. Sahabeler dünya gözü ile Peygamberimizi görmüş veya dünya kulağı ile işitip iman etmiş insanlardır. Peygamberimizin müezzini Abdullah b. Ümmü Mektûm da sahabedir. Diğer sahabelerden farkı âmâ olduğu için dünya gözü ile Hz. Peygamber’i (A.S.M) görememiştir, peygamberimizi işitip, iman etmiştir. “Abese” suresinde bu sahabeden bahsedilmektedir.

Sahabeler, büyük çoğunluk itibarıyla, insana ait mükemmelliklerin en üstün derecesindedirler. Çünkü o zamanda, İslam’ın meydana getirdiği büyük değişimde, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, kötülük ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiştir. Kötülük ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve yalan ve doğru arasında öyle bir mesafe açılmıştı. Ne kadar? Küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar araları uzaklaştı. Yalan ve kötülük ve batılın ilan edicisi ve örneği olan Müseylime-i Kezzab (Yalancı Müseylime) ve gülünç kelimeleri idi. Yaratılıştan yüce duygular sahibi ve yüce ahlaklara aşık ve izzet ve güzelliği göstererek iftihar etmeye istekli olan Sahabeler, elbette kendi tercihleriyle yalan ve kötülüğe ellerini uzatıp Müseylime’nin aşağı seviyesine düşmemişler. Doğruluk ve hayır ve hakkın ilan edicisi ve örneği olan Habibullahın (a.s.m.) mükemmelliğin en yüce derecesindeki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa koşmak, karakter ve yaratılışlarının gereğidir.

Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, insanlığın medeniyeti çarşısında ve insanlığın toplum hayatı dükkânında, bazı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri, öldürücü zehir gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Ve bazı şeylerin ve manevi kıymetli malların verdikleri güzel neticeler ve kıymettar eserler, bir faydalı ilaç ve bir pırlanta gibi, herkesin istekli bakışını kendine çeker. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır.

Öyle de, Asr-ı Saadette (Peygamberimizin (a.s.m) yaşadığı dönemde), insanlığın sosyal hayatının çarşısında, yalan ve kötülük ve küfür gibi maddeler, sonsuz sıkıntı ve azap gibi neticeleri veriyordu. Ve Müseylime-i Kezzab gibi alçak gülünçlükleri doğuruyordu. Yüce ahlaki değerler ve yüksek sevgiye aşık olan Sahabelerin, öldürücü zehirden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri apaçıktır. Ve ebedi saadet gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren, doğruluk ve hakka ve imana en faydalı bir ilaç, en kıymettar bir elmas gibi, o yaratılışları temiz ve karakterleri yüksek olan Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hisler ve latif duygularıyla onlara müşteri ve çok istekli olması zarurîdir.

Halbuki o zamandan sonra, gitgide ve gele gele, doğruluk ve yalan ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, toplum ahlakı bozuldu. Siyaset propagandası yalana fazla değer verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adalet ve doğruluk ve yücelik ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, sağlamlıklarına, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?

Geçen meseleyi bir derece aydınlatacak, başıma gelmiş bir halimi beyan ediyorum. Şöyle ki: Bir zaman kalbime geldi: Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar Sahabelere yetişemiyorlar?

İbn-i Arabî adı ve “Şeyhü’l-Ekber” (En Büyük şeyh) lakabıyla tanınan Muhyiddîn-i Arabî, vahdet-i vücûd nazariyesine nihâî mertebede bağlı olan, şöhreti tüm İslâm âlemine ve Avrupa’ya yayılan en büyük sûfîlerden biridir. Muhyiddîn-i Arabî, 1105 yılında Endülüs’ün Mursiya şehrinde doğdu. Soyu, cömertliğiyle meşhur Tayy kabilesine dayanır. Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu’yu dolaştı. Ömrünün sonlarında Şam’a yerleşti ve birçok eser telif etti. En büyük eseri olan "Fütühât-ı Mekkiye"de tasavvufa dair görüşlerini açıkladı. "Fusûsü’l-Hikem" adlı eserinde ise, Hz. Âdem’den Hâtemü’l-Enbiyâ (asm)’ya kadar yirmi sekiz peygamberin derecelerine göre temsil ettikleri hakikatleri hikmetler şeklinde anlattı.

1240’ta vefat eden Muhyiddîn-i Arabî’nin Şam’daki türbesini Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi dönüşünde tamir ettirmiş ve Osmanlı ulemâsından Kemalpaşazâde’nin fetvasını türbenin duvarına astırmıştır. Bu fetvada "onun büyük bir sufî ve âlim olduğu, fikirlerinin mânâsını anlayamayanların onun aleyhinde menfî hüküm vermelerinin yanlış olduğu" beyan edilmektedir.

Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi harika zatlar Sahabelere yetişemiyorlar? Sonra, namaz içinde (Sübhane rabbiyel a’la-Her şeyden nihayetsiz derecede yüce olan Rabbimi bütün noksanlardan tenzih ederim.) derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: "Keşke bir tek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyiydi." Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir uyarmadır.

Evet, Kur'ân-ı Hakîmin nurlarıyla ortaya çıkan o toplum hayatında meydana gelen büyük değişimde zıtlar birbirinden çıkıp ayrılırken, kötülükler bütün bağlı olanlarla, karanlıklarıyla ve ayrıntılarıyla ve hayır ve kemaller bütün nurlarıyla ve neticeleriyle karşı karşıya geliyor. Bir vaziyette, heyecan verici bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakalarını yeni ve tazelikli ve taze ve genç bir surette ifade ediyor. O büyük değişimin gümbürtüsü altında olan insanların bütün hislerini, manevi latifelerini uyandırmış. Hatta vehim ve hayal ve sır gibi duygular uyanık ve tetikte bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki çeşitli manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve latifeleri uyanık olan Sahabeler, tesbihat ve imandan kaynaklanan nurları içine alan mübarek kelimeleri dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün duygularıyla hisse alırlardı.

Halbuki, o patlama ve değişimden sonra, git gide duygular uykuya ve hisler o hakikatler noktasında gaflete düşüp, o mübarek kelimeler, meyveler gibi, git gide alışkanlık perdesiyle güzelliğini ve tazeliğini kaybeder. Adeta, yüzeysellik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte, bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazilete ve makama kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir. (27. Söz’den)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazar Yazıları Haberleri