Prof. Dr. Habip Türker
Hümanizm kökleri eski Yunan’da olan ama kesinlikle Yunan medeniyetini bütün olarak karakterize etmeyecek bir insan ve evren anlayışıdır. Putperestlikle semavi dinleri aynı kefeye koyarak, hümanizmi felsefenin doğuşuyla tarihlendirmek, hele Ksenophanes’i Yunan dini ve kültürünü ilk defa eleştiri konusu etmesinden ötürü hümanist olarak nitelemek tam anlamıyla bir çarpıtmadır.
Thales’in arkhe sorusunu ana-madde sorusu, verdiği su cevabını H₂O olarak anlamak felsefinin doğuşunu hümanizmle açıklama çabasının bir sonucu olsa gerektir. Özellikle Anaximandros, Herakleitos, Pythagoras ve Parmenides gibi dev filozofların fragmanlarına baktığımızda felsefenin görünüş ve çokluk dünyasının ardındaki tekliği, birliği, ilahi aklı anlama çabasından doğduğunu, yani Tanrının ontolojik ve ahlaki yönü üzerine bir tefekkürden doğduğunu görüyoruz.
Kısaca felsefe bir ilk felsefe, yani metafizik olarak doğmuştur; bu ilk felsefe de ontolojik anlamda Tanrı üzerine düşünmektir.
Hem Herakleitos hem de Parmenides üzerinde derin etkiler bırakmış olan Ksenophanes Tanrı hakkında hem teolojik hem de ontolojik anlamda konuşmuştur. Öyle ki kimi sözleri Kuran’dan ayetlerle eşleştirilebilir; Parmenides’in varlık anlayışı onun Tanrı anlayışının varlık nedir sorusuna uyarlanmış halidir. Herakleitos’un panteizm olduğu su götürmez fragmanları Ksenophanes’ten derin etkiler taşır. Gerçi bu etkinin olup olmaması önemli değildir. Hepsinde ortak olan felsefi tefekkürlerinin ontolojik ve ahlaki anlamda Tanrı üzerine bir tefekkür oluşur. Anaximandros’un sınırsız, sonsuz anlamındaki apeiron’u da bu meyandadır.
Çünkü sınırsızlık veya sonsuzluk bir sıfattır ve sonsuz açığa çıkış kuvvesine sahip, bizatihi bilinemez olan varlığı niteler. Tasavvuf dilindeki hu kavramını da buna parelel düşünebiliriz. Sadece varlık değil, ahlak ve hukuk da Tanrıyla ilişkili anlaşılmıştır ve yasanın ilahi kaynaklı olduğu vurgulanmıştır.
Sonraki Platon ve Aristoteles’in sistemlerinde bu düşünceler daha etraflıca ortaya konmuştur. Platon’un baştan aşağı dini olan öğretisi bir yana, Aristoteles bile tabiatı ve genel olarak varlığı gaye kavramı içinde düşünmüş ve bunun en tepesine Tanrı’yı koymuştur. Nitekim Descartes’ın ilk saldırdığı şeyin bu teleolojik evren anlayışı olması tesadüfi değildir.
Kısaca, kadim Yunan hümanist değildir. Hümanizm insana ilişkin bir ideolojidir ve kadim Yunan felsefi kültürü içinde zamanla ortaya çıkmıştır. Felsefeyi ideoloji haline getiren sofistleri hümanizmin kaynağı olarak görüyorum. Bu doğrultuda, hümanizmi en güzel şekilde şahsında temsil edebilecek filozofun “insan her şeyin ölçütüdür, var olanın varlığının, yok olanın yokluğunun ölçütü” sözüyle Protagoras olduğunu düşünüyorum. Sofist düşüncedeki en karakteristik özellik epistemolojik, metafizik ve ahlaki bir kuşkuculuk ve bu kuşkuculuk içinde insan tekinin işaret ettiğimiz hususlarda bağlantısız bir otorite olmasıdır.
Bu geniş kapsamlı kuşkucu eğilimi çeşitli şekillerde Rönesans yazarlarında ve onlara ilham kaynağı olan Cicero’da görmek mümkündür. Hümanizmin düşünürleri sistem sahibi büyük filozoflar olmasa da aslında modern felsefenin mayalanmasını ve sonra Descartes’ın elinde doğmasını sağlamışlardır. Hümanizmin insanın merkeziliği vurgusu Descartes’ta insan öznelliğini esas alan yeni (modern) bir felsefenin formüle edilmesini sağlamıştır.
Bir edebiyat ve sanat hareketi olarak 14.asırda başlayan hümanizm ancak 17.yüzyılın ilk yarısında modern felsefenin doğuşunu gerçekleştirmiştir.
Bu arada doğrudan İslam dünyasından tevarüs edilen bilim kültürü zaten skolastik dönemde oluşmuştu. Hümanizm bilim kültürünü doğurmamıştır; ancak onun hem teşvik edilmesine, hem de Aydınlanma ve özellikle 19.yüzyılda göreceğimiz gibi bir ideoloji haline getirilmesine yol açmıştır. Bilim olguların tasviri olmakla kalmamış, insan varoluşunun ahlaki ve metafizik sorularının yanıtlanmasının aracı haline getirilmiştir. Hümanizm bilim kılığı altında küresel çapta zihinlere nüfuz etmiştir.
Öte yandan, hümanizm Katolik kilisesine sanat yoluyla sızarak, hem geleneksel Hıristiyan sanatını ortadan kaldırmış hem de Kitabı-Mukaddes konulu resimler yaparak dini bir sanat görüntüsü vermiştir. Ortaçağ Hıristiyan sanatında ilahi-ulvi olanla, dünyevi-sıradan olan arasındaki hiyerarşiyi altüst etmiştir. Hümanist sanatçılar bunu pagan Yunan-Roma sanatının diliyle yapmışlardır. Bu hiyerarşiyi nasıl altüst ettiklerini kilisenin Tanrı kabul ettiği İsa tasvirlerine bakarak görülebilir. Bu adım adım Hıristiyanlığın Yunan-Roma sanat diliyle içten ele geçirilmesidir; hümanizm iktidarı tam olarak ele geçirdiğinde Hıristiyanlık artık bir sanat konusu olmaktan çıkmış ve hümanist ideolojiye uygun olarak insan öznelliği sanatın yörüngesi haline gelmiştir.
Rönesans sanatı hümanizmin eski Yunan-Roma sanatını canlandırmasını ifade eder. Bu taklit belli bir olgunluğa erişip, akademileştiğinde klasizm adını alır. Aklın, dolasıyla kuralların hakim olduğu klasizmin felsefedeki mütekabili Aydınlanma’dır. Romantizm bu duruma bir tepki olarak doğmuş, duyguyu ve sezgiyi merkeze almıştır. Aslından hem klasizm ve Aydınlanma hem de romantizm hümanizmin kendi içindeki oluşumlarıdır ve asla hümanist çerçevenin dışında değildir. İlki insandaki aklı ve kuralı, bilmeyi vurgularken, ikincisi insanın duygusunu, sezgisini ve özgürlüğü vurgular. Bu meyanda Baudelaire’in modern sanatı romantizmle başlatması anlaşılabilir bir şeydir. İşin gerçeği doğrudan hümanizmin sonucu olmak itibariyle ve Hıristiyan sanatından kopuşla klasizm de, hatta Rönesans sanatı da moderndir. Ama buradaki modern bütünüyle bağlama ilişkin bir şeydir, çünkü bu sanat hala mimetik bir sanattır.
Modern sanat için temel ölçütüm insan öznelliğinin tam bir referans noktası olarak alınması, yani Kartezyenizm ve bunun sonucu olarak taklit sanat anlayışının terk edilmesidir. Sanırım bunun ilk örneği, onu hazırlayan başka çalışmaları göz ardı edersek, Monet’nin İzlenim: Gün doğumu adlı tablosudur. Bu resim şeyleri kendinde nasılsa öyle değil de, öznenin bilinç ediminin bir korrelayonu olarak alır. Şeyler bilince nasıl verilmişse, özne onları nasıl görüyorsa öyle tasvir edilir. Bu bağlamda söz konusu resim şeyleri hem duygumuzun hem de görüşümüzün bir sonucu olarak verir. Adeta modern idea teorisini anımsatır. Şeylerin formları bir görüntüye dönüşmüştür. İşte bu da geleneksel mimetik sanatın, yani şeyler gerçekte nasılsa öyle tasvir edilmeli görüşünün terkidir. Soyut sanata geldiğimizde mimetik sanatın tüm izlerinin silindiğini görürüz. Ancak sanatta yarım asırlık bir zaman içindeki dönüşüm baş döndürücü bir hızdadır. Mimetik sanatın terkiyle başlayan modern sanat, en sonunda sanatın terkiyle (Duchamp ve Warhol örneği hatırlansın) yoluna devam etmiş ve günümüzde geçmiş çağlarla ortak bir özün neredeyse kalmadığı bir duruma evirilmiştir.
Hümanizm sonunda “insan”ın terk edildiği bir insancılığa, sanatın terk edildiği bir sanatsızlığa varmış, insanlığın binlerce yıllık kültürünü, dolayısıyla dünyamızı kalıcı olarak bambaşka bir dünyaya dönüştürmüştür.
(Hümanizm ile ilgili yazıların tümü; Prof. Dr. Habip Türker’in “HÜMANİZM, FELSEFE VE SANAT” başlıklı yazısından alıntıdır.