“Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı bazan damara dokundurur, aks-ül amel yapar (zıddı olur).”
Buradaki temel noktalardan biri de bu aynalığın şefkat ve nezaketle yapılmasıdır: “Evet mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır”
Kalpten kalbe yol vardır. Samimiyet hissedilir. Samimi dostlar arasında şefkat ve muhabbet yüklü lütuf çerçeveli “aynalık” karşılığını bulacaktır inşallah.
Tahakküm ve asabiyet kokan tepeden bakarak yapılan tenkit ise ıslahtan ziyade ifsada hizmet etme potansiyeli taşır. Tahakküm ve icbar dostların birbirine karşı tavrı değildir. Sözün bittiği yerde, söz anlamayan vahşilere uygulanacak bir yoldur. “Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.”
Ayrıca “mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz.” düsturunu öncelikli olarak hazmetmeliyiz diye düşünüyorum.
Bizim birbirimize karşı takınacağımız tavır babanın evladını paylama-azarlama tonunda ya da mürşidin müridini “Yanlışsın, doğrusu bu!” gibi üst perdeden terbiye edici tarzda olamaz. Amirane, “pederane, mürşidane” olamaz.
Uygun bir zeminde, doğru bir zamanda nazikane, nezihane, kavl-ı leyinle (yumuşak sözle) “kardeşim naçizane şu hareketinizin yanlış olduğunu düşünüyorum. Sizin de bu konuda bir daha düşünmenizin faydalı olacağını sanıyorum” gibi “kardeşane” bir hatırlatma yapabiliriz en fazla. Peder ve mürşit gibi bir tavır “esası uhuvvet ve hillet”olan iman-Kur’an hizmetindeki beraberliğimize zarar veriyor.
Ortaya konması gereken hata da iki türlü: Bazen sadece o insanı ilgilendirir. Zararı sadece kendinedir. Bu durumda dosta olan muhabbet ve şefkatin gereğidir hatasını düzeltmek.
Fakat bazı hatalar başkalarına da sirayet edebilir (yayılabilir) ve zarar verir. Bu durumda ise topluma dair bir sorumluluk vardır. Çünkü başkalarının hukuku da ihlal ediliyordur. Bu yüzden bu türden hatalar, uyarıyı daha da kuvvetli hak ediyor ve çok zaman kaybetmeden yapılması gerekiyor. Bu durumda hata sahibine fazla şefkat, hatadan zarar görenlere merhametsizlik anlamına geleceği için daha da çetrefilli hale geliyor...
Nitekim ihlas risalesindeki tesanüde zarar veren hatalar hedeftedir. Tenkidi yasaklayan Üstad Bediüzzaman ikazlarda bulunuyor. Ve bunu şöyle izah ediyor:
“herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur'un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için, bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve hiss ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.”
Muazzez Üstad sinemizdeki en büyük düşmanımız olan nefs-i emarenin vartalarına (tehlikelerine) karşı ikaz ederken bunun o talebelerinin kalp, ruh ve aklına dair bir suçlama olmadığını özenle ifade ediyor. Nefsimizin bir kusuru söylendiğinde bunu kişiliğimize yapılmış bir saldırı gibi algılamanın yanlışlığını ne de güzel ifade ediyor.
“İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider.” (Enfâl Sûresi, 8:46.) Ayeti aramızdaki niza’ın bizi yılgınlığa-çözülmeye götüreceği onun da rüzgarımızı/tadımızı kaçıracağını net ifade ediyor.
Onun için laakal (en az) on beş günde bir defa okumamızı istediği ihlas risalesinde, aramızdaki ihlaslı-samimi beraberliğe zarar verecek esbabdan (sebeplerden) “yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. ” buyuruyor.
(Not: Bu son dört yazım Prof. Dr. Mehmet Cesur’un “Aynalar” isimli yazısından iktibastır. Siz çok kıymetli okuyucularımın fazla zamanını almamak için parça parça yayınladım. Toplam dört yazı oldu. Umarım istifadeye medar, vesile olur. Bizlere de dua edersiniz. Selam ve hürmetlerimle.)