Cehlimi bilmeyecek mertebe câhil değilim
Bilirim rütbe-i noksânımı kâmil değilim
Bu defaki mekan değerlendirme yazımızda, kasap/kebapçı tarzının Gaziantep’teki has örneklerinden Kasap Ekrem’in Yeri namlı mekanı inceleyeceğiz.
Peşinen söyleyelim, muhit civarında gerek park yeri gerekse de mekanın kendi iç dizaynının ruh daraltıcılığına hazır olmanız gerekiyor. Elbette ki salaş bir yerden dizayn, tasarım, rahatlık ve konfor açısından bekleyecekleriniz gayet sınırlıdır; ama bu kadar iç karartıcı bir yerde de yemek yemenin gerekliliği hakkında, kafamda bazı soru işaretleri mevcut bulunmaktadır.
Hijyen açısından ise, elbette daha iyi olunabileceği gibi içinize gayet sinebilecek bir düzeyde olduklarını söyleyebilirim. Ne var ki kebaplarının yanında verdikleri yan ürünlerin sayısı, hiç yok denecek kadar az. Pek lezzetli olmayan bir salata ve ayran, verdikleri sadece bu.
Denediğim lahmacunları ise, Gaziantep’te yediğim en kötü lahmacun. Çok değişik bir tadı olan ve pişmesine izin verilmemiş hayli kalınca bir hamurun üstüne konulmuş, iç harçları lezzetten yoksun olmakla birlikte et oranı da sıfıra yakındı. Belki etli ekmek olarak satsalar, en azından lahmacuna hakaret etmemiş olurlardı ama ne olursa olsun “et sıvanmış ve pişmemiş hamurlarını” lezzet açısından kurtaramazlardı.
Kebaplarına değinmek gerekirse kıyma kebapları tuzlu seven bana göre bile azıcık fazla kaçırılmış bir tuz-yağ oranına sahip olmakla birlikte kullandıkları hayvanın cinsinden midir, etin kullanıldığı bölgeden midir, yoksa başkaca bir etkenden midir bilmiyorum neredeyse hissedilmeyecek kadar az ama tuhaf ve ağır bir kokuyu haiz. Yine de tuz-yağ oranının doğru ölçeğe yakın olması ve aşırı büyük porsiyon miktarı sebebiyle, denenesi bir yemek olarak masada yerini alıyor kıymaları.
Hakeza taraklık/kaburgaları gayet lezzetli ve takdire şayan. Kıymaları gibi gayet yeterli bir pişirme derecesine sahip olan taraklıkları, yapısı gereği yakılmamış ve ama çiğ de bırakılmamış yağlı bir et parçası olarak damağınıza şenlik getiriyor. Ne var ki, tuz probleminin burada da mevcut olduğunu söylemeliyim. Buttan yaptıkları tavuk şişleri ise, biraz fazlaca pişirilerek yakılmış haldeydi. Şüphe yok ki tavuk kendisine has sası aromasının yok olması için ateşte uzun süre bekletilmelidir, ama bu bekletme tavuğu kurutup tüm aromasını yok edecek kadar da olmamalıdır.
Nihai olarak söylenebilir ki, fiyat olarak diğer bazı salaş kebapçıların fahiş fiyatlandırma politikasından henüz etkilenmemiş Kasap Ekrem, hem lezzet hem de fiyat bahsinde ayrı ayrı olmak üzere tercih edilebilir mekanlar arasında yer almaktadır.
Gelelim yazımızın esasını oluşturan kısma, yani Kadızadeliler diye bilinen ve Osmanlı’nın 17. yüzyılına damga vuran taifenin tarihsel sürecinde edeceğimiz mütalaaya.
Osmanlı’nın 17. yüzyılı, imparatorluğun hiç de alışık olmadığı bir karmaşa dönemidir. Daha önceden 1402, 1444 ve 1448 yıllarında gerçekleştirilen meydan muharebeleri esnasında Osmanlı her ne kadar yıkımın eşiğine de gelse 17. yüzyılın sorunları, tipik bir devletin başına gelebilecek sorunlardan hayli farklıdır. Zira imparatorluklara özgü sorunların kaçınılmaz şekilde arz edişiyle toprak, cibayet ve ticaret sistemi iflas ederek arkasında çözüme muhtaç bir sorunlar yumağı bırakmıştır. Hemzaman, Osmanlı’nın içerisinde bulunduğu gerçekte değişmeye yüz tutmak üzeredir; Avrupa’dan ithal edilen yeni mühtediler, ticaret usulleri ve diplomatik kurallar alışılmadık bir duruma sebep olmaktadır.
Tabii hem dönüşüm hem de mali sistemin yekunen iflası ve yozlaşışı fark edildiğinden, her bir taifece çözüm arayışına gidilecektir. Tabii aranılan çözümler asla müspet ilimlere yönelik değildir, aksine şerr’i hukuka ve kanun-i kadime yönelik olarak din temelli teorik bir çözüm arayışına gidilerek yeni ortaya çıkan sorunların çözümü mazide bulunmaya çalışılacaktır.
Pek çokları hala herkesin zihninde yaşayan şanlı günlere, yani Kanuni dönemi uygulamasına dönülmesi talebindeyken, ilk başta azınlık olan ama gittikçe güçlenecek bir diğer görüşse Hz. Muhammed dönemindeki uygulamalara kesinkes dönülerek Hz. Muhammed zamanında olmayan ve bid’at olarak adlandırılan her türlü faaliyetin, şerr’en açık şekilde yasak edilmese dahi İslam yaşantısından def edilmesi ve cezalandırılmasını savunan uç bir taraftır.
Görüşleri sakıncalı, radikal ve gerçeklikten kopuk derecesinde bağnaz kabul edilen İbn-i Teymiyye’den etkilenen İmam Birgivi, bid’at karşıtı görüşün ilk büyüğü olarak ortaya çıkacak ve türbe inşa ve ziyaretlerini, biir minareden fazla minareli camileri, musikiye, para vakıflarını ve beşik ulemalığını dine aykırı bularak reddedecektir.
Talihin garip cilvesidir ki hayatı boyunca türbe karşıtı olarak konumlanmış olmasına rağmen İmam Birgivi’nin türbesi, bugün Ege’nin en çok ziyaret edilen evliya türbelerindendir.
Birgivi’nin ölümü sonrasındaysa bağnaz görüşleri uzun bir süre destek bulamayacak ve fakat yukarıda izah ettiğimiz üzere ne zaman ki şerr’en farklı çözüm yollarının bulunması için geçmişin kitapları karıştırılacak, işte o vakit Birgivi’nin görüşleri takipçi bulacaktır.
Birgivi’nin görüşlerini derleyip toparlayan ve kendi içtimai görüşlerinin esası haline getiren kişi ise Kadızade Mehmed Efendi olacaktır, kendisi döneminde destekçileri Kadızadeliler olarak anılmaya başlayacak ve fikri/imani tartışmalar temel nokta kabul edilecektir.
Tartışmaların odak noktası Hz. Hızır’ın varlığı, İbnül Arabi’nin önemi ve tekkelerin meşruiyeti üstünde toplanacaktır ki daha önceden yazmış olduğum 5 yazılık Fıkıh silsilesini okumanız halinde, buradan sonra yazdıklarımı daha iyi anlayabilirsiniz.
Mamafih Kadızadeliler medrese talebeleri ve hocalarını etraflarına toplayıp güçlendikçe, İstanbul’un bir diğer çok önemli İslami güruhu olan tekke/tasavvuf ehli de Kadızadelilerin bağnazlığına dur demek için toplanmaya başlayacaklardır. O dönem İstanbul’unun en kudretli ve yaygın tasavvufi tarikatı Halvetilerin bir kolu olan Sivasiler, şeyhleri önderliğinde bir araya gelerek Kadızadelilere karşı isyan bayrağı açacaktır.
Kadızade Mehmed Efendi’nin ölmesiyle Üstuvani Mehmed Efendi, liderliği devralarak Sivasilere karşı verilen savaşı fikri alandan pratik alana kaydıracaktır. Evvela devlet memurlarının desteğini kazanmak uğruna rüşvete, muhteviyatının iş görme bedeli olduğuna yönelik bir gerekçeyle caizdir yönelik fetva veren Üstuvani, Kadızade Mehmet Efendi’nin para vakıflarına hücum tarzından vazgeçerek müsadere usulünden sonraki süreçte devletten para kaçırmaya kaçırmaya çalışan memurların desteğini daha da pekiştirecektir. Aynı şekilde, Ebussuud Efendi’nin sema vesair tekke raksını yasaklayan fetvasını kullanarak medreseleri de tamamen yanına çekecektir.
Durum içinden çıkılmaz bir hale gelmiş gibidir; medreseliler ve tekkeliler iyiden iyi birbirine düşman olmuştur, üstelik Kadızadeliler pek çok muhtelif mıntıkada tekkelere saldırarak yıkma girişimlerinde de bulunmaktatır.
Gittikçe güç kaybeden Sivasiler ise Kadızadelilerin dayandıkları teorik esasları, bilhassa da İmam Birgivi’nin kitaplarını hatalı göstermek için hummalı bir etüt sürecine girişecek ve hatta pek çok başarılı eser de kaleme alacaklardır. Ulema ve ümeranın sadakatini kazanmış Kadızadelilerin karşıt görüşteki teorik metinlere cevabıysa, ilgili kitapların şeyhülislamlıkça hükümsüz muamelesine tabi tutulması olacaktır.
Anadolu ve Rumeli’nde tekke şeyhlerini kıran, İstanbul’da pazar fiyatlarına kadar kontrol eden Kadızadelilerin durumu ise; sadaret mührünü devralan Köprülü Mehmed Paşa’nın, tüm idari mekanizmaya hâkim olmak üzere harekete geçmesi sebebiyle zayıflayacaktır. Bu sebeple Kadızadeliler, Köprülü Mehmed Paşa’nın iplerin tümünü eline almasına imkan vermeden ayaklanarak bir takım taleplerde bulunacaklardır.
Talepleri içerisinde Hz. Muhammed döneminde cemaatle kılınmayan Regaib, Berat ve Kadir gecesi namazlarının cemaatle kılınmasının yasaklanması ve hatta diğer tüm cemaatle kılınan namazlardan sonra yapılan toplu tokalaşma adetinin (musafaha) devletçe men edilmesi gibi çocukça ve amaçsız talepler de bulunan Kadızadeliler, Köprülü Mehmed Paşa’nın gazabına uğrayanlardan olacaklardır. Silah zoruyla ve kısa bir sürede bastırılan ayaklanmanın akabinde, Kadızadeliler Kıbrıs’a sürülecektir.
Tabii, Kadızadeliler Osmanlı sahnesinden tamamen silinmeyecektir. Köprülü Mehmed Paşa’nın oğlu Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın Erzurum beylerbeyliği görevini ifa ederken tanıştığı İstanbul sürgünü Vani Mehmed Efendi, zaman geçtikçe Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın samimi bir dostu olacaktır.
Köprülü Mehmed Paşa’nın ölümünü müteakip veziriazam olan Köprülü Fazıl Ahmed Paşa ise Vani Mehmed Efendi’yi İstanbul’a çağırıp padişah hocası ve hünkar vaizi olarak taltif edecektir. Acı ki babanın İstanbul’dan kovduğu güruh, oğul tarafından İstanbul’a geri çağırılacak ve çok uzun seneler, sadaret mührünü taşıyan Köprülü Fazıl Ahmed Paşa tarafından desteklenecektir.
Devletin en üst mevkisinden gelen destek sebebiyle Kadızadeliler, daha önce hiç olmadıkları kadar güçlenecek ama Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın ricası sebebiyle de taşkınlıklarına ket vurmayı bileceklerdir.
Kadızadeliler karşısında artık bir şansları olmadığını fark eden Sivasiler ise, boyun eğerek tekkelere kapanacak ve başta Halvetiler olmak üzere diğer tüm tasavvufi tarikatlar, havas kısmına yönelik olarak elit bir cemiyet yaşantısına girişerek teorik, pratik veyahut içtimai her türlü eylemden uzak duracaklardır. Binaenaleyh direnenler de yok değildir, başta Niyazi Mısr-i olmak üzere Sivasiler arasından küçük bir grup karşı koymaya devam edecek ama pek çoğu ölüm yahut sürgünle cezalandırılacaktır.
Kadızadelilerin nihai çöküşü ise, hiç beklenmedik şekilde gerçekleşecektir. Köprülü ailesiyle birlikte hareket ederek Sultan IV. Mehmed’i Avusturya seferine ikna eden Kadızadeliler, II. Viyana Muhasarasının felaket haberi İstanbul’a ulaştığı vakit, cadı avına maruz bırakılarak takip, teşhir ve idam edileceklerdir. Köprülüler ise, devletin tüm organlarından tasfiye edilerek canlarını zor kurtaracaklardır.
Böyle bitecektir, 80 senelik bir mesele. Evvela dine ilişkin teorik bir açıdan başlayan tartışma, ardından fiiliyata ve daha sonraysa devlet yönetiminde karar alma mekanizmasına karıştıkça devlet, hukuk, kelam, fıkıh ve tasavvuf ayrımı gözle görülmeyecek kadar silikleşecek ve bağlantıları saptanamayan, çıkar odaklarına bölünen, kavraması epeyce güç bir durum ortaya çıkacaktır.
Şüphesiz ki gören gözler için, o dönemi anlamaya yönelik ve hatta bu döneme dahi tatbiki mümkün pek sonuç ve çıkarım yapmak mümkün olup ilgili konuya başka bir yazımızda değinmemiz gerekmektedir.
Dönemin mütefekkirleri içerisindeki bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadar az sayıdaki isim, ne Kadızadeliler ne de Sivasiler muhibbanı olacaktır. Bu kimseler, üçüncü bir yoldan giderek aklı ve nakli birbirini tamamlayan değil birbirini takip eden ve aklın bittiği yerde nakle yani Allah kaynaklı Kuran ve Hadis’e başvuran kişiler olup teamülleri, uhreviyatı ve maslahatı nakil yoluyla açıklamaya çalışacaktır. Her iki tarafa da sempati duymayan bu kişilerin başında Katip Çelebi gelmekte olup günümüz Türkçesine uyarlanmış bir alıntıyı vermem, Katip Çelebi gözünden durumu anlamamıza yardım edecektir.
“Çoğunda Kadızade Efendi bir tarafı tutmuş, Sivasi Efendi öbür tarafı tutmuş, bu suretle ifrat ve tefrit (aşırıya kaçma ve saptırma) tutmuşlardı. Her iki din adamının da çömezleri birbirleriyle çekişip cedelleşirdi. Nice yıllar bu minval üzere iki din adamı arasında dedikodular sürüp gitti. Beyhude mücadeleden iki taraf arasına muazzam bir kin ve nefret girdi. Hocaların çoğu da ikiye bölünerek her biri bir tarafı tuttu. İçlerinde akıllı olanlar “Bu mesele taassuptan kaynaklanan bir kuru kavgadır. Biz Muhammed ümmeti ve din kardeşleriyiz. Ahirette kurtulacağımıza dair ne Sivasi’den beratımız ve senedimiz var, ne de Kadızade’den hüccet ve delilimiz var. Onlar iki fazıl şeyhti. Birbirlerine muhalefet yapmak suretiyle şöhret yaparak padişah tarafından bilinir kişiler olmuş, bu bahaneyle işlerini yoluna koymuş ve dünyadan kam almışlardı. Biz neden avanaklık edip onların davasını sürdürüp duruyoruz. Bundan bize zarardan gayrı nesne hasıl olmaz.” diyerek kavgaya karışmadılar.”